20 Temmuz 2017 Perşembe

Hapishaneden Çıkış…


                            Hapishaneden Çıkış…    



 Hapishaneden Çıkış

“Hapishaneye girmek bir şey değil, oradan dışarı çıkmak asıl korkunç olan.”
                                                                                                          Cesare PAVESE

            Ahmed Othmani’nin adını iki yıl önce, İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda, hapishane konulu bir programa katıldığımda duymuştum. Söyleşinin adı “Hapishaneden Çıkış” idi. Uzun yıllar hapis yatmış biri olarak, ilgimi çekmişti. Ahmed Othmani Tunuslu bir yazar, insan hakları savunucusu, eski bir siyasi tutsak, Uluslararası Ceza Sistemi Reformu Örgütü (PRI) Başkanı. 10 yıllık hapishane deneyimi ve mücadelesini “Hapishaneden Çıkış” adlı kitabında anlatmıştı. (Kitap aynı isimle, Türkiye’de Metis yayınları arasında yayınlandı.)

Ahmed Othmani TÜYAP’daki söyleşisinde, hapishanelerde koşulların düzeltilmesi için verdiği mücadeleyi ve uluslararası deneyimlerini anlattı. Othmani’nin bir sorusu oldu dinleyici kitlesine: “Salonda hapis yatan kaç kişi var?” demişti. Salonda bulunanların çoğunluğu parmak kaldırınca: “Hapishaneleriyle tanınan Türkiye’nin bir gerçeği bu manzara” demişti.
O güne kadar Türkiye’de tanınan biri değildi Ahmed Othmani. Tanımak gerekiyor muydu? Bu yazı, bunun gerekliliğine inanıldığı için yazıldı. Ahmed Othmani, yaşamının 10 yılını Tunus hapishanelerinde geçirmiş militan bir insandı. Hapis sonrası yaşamını, tüm dünyada hapishane koşullarının iyileştirilmesine adanmış bir yaşam olarak özetleyebiliriz. Hapisten çıktığı 1979 yılından beri, tüm dünyadaki hapishane koşullarının iyileştirilmesi için büyük bir çaba içerisinde olan Othmani bu mücadelesini önce Uluslararası Af Örgütü’nde, 1989 yılından itibaren de Ceza Sistemi Reformu Örgütü’nde (PRI) yürüttü. Başkanı da olduğu bu örgüt, dünyanın birçok ülkesinde, kötü koşullarla idare edilen hapishanelerde reformların yapılmasına öncülük etti. Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar bir faaliyet içerisinde oldu. Bu ülkelerden birisi de Türkiye olacaktı ama olmadı. Devletin muhafazakâr tutumu, çalışma imkânı vermedi.

            2004 yılının mayıs ayında Diyarbakır Sanat Merkezi’nin (DSM) konuğu olarak Diyarbakır’da “Hapishaneler, Cezalar ve Yazarlar”  adlı programa katıldı. Ahmed Othmani, Diyarbakır’daki programda da hapishane deneyimlerini ve mücadelesini anlattı. Konuşmasını bir yerinde: “Beni hücremde ellerim ve ayaklarım bağlı bırakıyorlardı, sonra tekrar işkenceye alıyorlardı. Başka şeylerin yanı sıra tenimi eterle yakıyorlar, sonra da yaraların enfeksiyon kapması için öylece bırakıyorlardı.” Bütün işkencelere rağmen direnen Othmani: “Beni, kendime duyduğum saygı ve haysiyetime olan inancım kurtardı, işkencelerin karşısında bir tek kelime konuşmamamı bu sağladı.” demişti. Hapishanelerde yapmak istediği reformlar hakkında ise: “Özgürlükten yoksun bırakmanın kendisi bir cezadır zaten. Hapishane koşulları ceza olarak kullanılmamalıdır. Özgürlükten yoksun olma dışında, tüm diğer insan hakları, mahkûma garanti edilmiş olmalıdır. Hapse giren herkesin bir gün dışarıya çıkacağını unutmamak gerekir.”  diyordu. Hapishane koşullarının tutuklu için birer cezalandırma mekanizması olmasının ne anlama geldiğini, her hapis yatmış insan az çok tahmin ediyordur. Çeken bilir o duvarların ardını. 10 yıl gibi bir süre Türkiye Hapishanelerinde kalmış olmanın tecrübesiyle, Othmani’nin hapishanelerde yapmak istediği reformların ne kadar önemli ve anlamlı olduğunu uzun uzadıya anlatmak gerekmiyor. Diyebilirim ki, 10 yıllık hapishane yaşamımın yarısı, hapishane koşullarının iyileştirilmesi için verilen mücadeleyle geçti. Açlık grevlerinden tutun da barikat eylemlerine kadar, birtakım mücadele sonucu hakların (Koşulların daha iyileşmesi) alındığını gördük ama bu haklar kalıcı olmuyordu. Hapishanede her müdür değişikliğinde ya da en ufak bir olayda başa dönülüyordu çünkü bizim “Haklar” dediğimiz şeyler, yasal güvence altına alınmıyordu. Aynı hapishanede aynı haklar için 2–3 kez direndiğimizi hatırlıyorum. İşte Othmani ve Ceza Reformu Örgütü’nün yapmak istediği bu “Haklar” dediğimiz şeylerin yasal güvenceyle kalıcı hale getirilmesini sağlamaktı.

             Ben bunları söylerken, Türkiye’de hapis yatmış radikal unsurların tepkilerini duyar gibi oluyorum. Hapishanelerde reform denilen şeyi önceleri ben de küçümserdim. O gün bana ayrıntı gibi görünen şeylerin önemini sonraki yıllarda anlamış oldum. Hapishanenin kendisine karşı olmak, hapishanenin var olan reel durumunu ortadan kaldırmıyor. Her an çalışan bir mekanizmadır hapishane. İktidarlar var oldukça hapishaneler de var olacaktır.

            Yakın dönemde hapishanelerde koşulların düzeltilmesi için verilen mücadele küçümsenmemeli ama bu mücadele hapishanenin içinde verilen mücadeleyle sınırlı kaldı. Bu yönüyle de içeride verilen mücadele fazla abartıldı. Mücadelenin dışarı ayağı hep eksik kaldı. Halen Türkiye’de hapishane koşullarının düzeltilmesi için faaliyet yürüten bir örgüt yok. Örgütlü bir sivil toplum inisiyatifi geliştirilemedi. Bazı dernekler olmuş olsa da bu dernekler faaliyetlerini tutuklularla dayanışma ve yardımlaşmanın ötesine taşıyamadı. Ahmed Othmani’nin uluslararası alanda yürüttüğü reform deneyimleri, bu yüzden oldukça önem taşıyor. Şunu unutmamalıyız ki hapishane olgusu içerinin değil, dışarının bir sonucu ve sorunudur. 

           Othmani’nin mücadele deneyiminden anladığım şey, tümüyle ortadan kaldıramadığımız hapishaneleri yaşanılabilir hale getirebilmek. Bu alanda yürütülen mücadele, hapishaneleri suçlu üretme merkezleri olmaktan çıkarabilir. Hapse giren herkesin, günün birinde dışarı çıkacağı unutulmamalıdır. 

 Othmani ile Diyarbakır’da tanışma fırsatım oldu. Hapishaneler üzerinde hazırlamakta olduğumuz projeden bahsettim. Projeyi anlamlı buldu ve PRI örgütü olarak, böylesi bir projeye destek olabileceğini söyledi. Yaklaşık bir yıldır hazırlıklarını sürdürdüğümüz proje üç aşamalı. İlkinde, hapishanelerde yazılmış ürünlerin yayımlatılması var. Bunun için şiir ve öykü seçkisi hazırlandı, önümüzdeki ay yayımlanacak. İkinci aşamada da hapishanelerde bir dizi sanat etkinliği düşünülüyor. Bu yıl yapılacak etkinliklerde film gösterimi, öykü-şiir ve karikatür atölyelerinin yanı sıra, yazarlar tutuklulara kitaplarını okuyacaklar. Bu etkinlikler yapılırken, adli-siyasi ayrımı yapılmayacak. Üçüncü aşamada ise hapiste yazanlarla, dışarıdaki yazarların yazışması sağlanacak.

            Projenin hazırlanma aşamasında tecrübelerinden yararlandığımız Ahmed Othmani’ye müjdeli haberi veremedik çünkü o artık aramızda yok! 10 yıl hapishanede dayanılmaz işkencelere maruz kaldıktan sonra dışarıda, tüm dünyada hapishanelerde insani koşulların sağlanması için militan bir mücadele yürüten Ahmed Othmani, geçtiğimiz aralık ayında, Tunus’un başkenti Rabad’da, elem bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.  Son bir notla yazıyı bitirmek istiyorum. Onca mücadelesine rağmen örnek bir hapishane yaratılabildi mi? Sorusuna cevabı: 

“Örnek bir hapishane yoktur ve asla olmayacak!”

                                                                                                                        2005 İstanbul


16 Temmuz 2017 Pazar

Hapiste yazılan metinler…


Hapisteki yazarın kendi kendine ettiği zulüm: Otosansür


Bir cümleyle otosansür nedir? diye sorulsa bana, ‘yazarın kendi kendine ettiği zulümdür’ derim. Bu zulüm başka bir zulüm! Sanırım bu konuda en dertli olanlar mahpus yazarlardır. İki yıl önce ‘Hapiste Yazmak’ adlı bir derleme yapmaya başladığımda içerden gelen yazılarda otosansür denilen şeyi tüm ayrıntılarıyla görmüş oldum. Daha önce de benzer şeyleri kendim yaşadığım için gelen her yazıda kendimi gördüm. Hapiste yazdığım mektup ve yazılara yeniden baktım, her defasında gördüğüm ve anladığım şu: Hapiste yazılan her yazılı metin yarım metindir; henüz bitmediği için yarım değildir; kaygılarla yazıldığı için yarım metindir. Eğer dikkat edilirse korkularla yazılmış demiyorum kaygılarla yazılmış metinler diyorum. Gerçi kaygı korkuyu da içinde barındırıyor ama korku bir çok kaygıdan biri olabilir ancak. Korku dışsal, kaygı ise içseldir: Dışsal olana tepki yazana bir yazma nedeni yaratırken, içsel olan kaygı yazanı köreltir. İçsel olan kanıksanmış bir dengecilikle açıklanabilirken dışsal olan geçici bir tutumla açıklanabilir.

            Buradan söylemek istediğim şey şu: sansür korkunun, otosansür kaygının sonucudur. Hapiste yazanlar her ikisine de maruz kalıyor. Hapishanede yazanı sınırlayan ya da kaygı duymasına neden olan o kadar şey var ki ‘Kaygısız yazmalıyım’ dediğimde bile kafamda bir çok kaygının olduğunu anlıyordum. Hapiste yazılan her şey başkaları tarafından okunup incelendikten sonra dışarı gönderiliyor. Şu başkaları dediğim ise oldukça titiz çalışan mektup okuma ve mektup inceleme komisyonlarıdır. Bu komisyonlardan biri devletin diğeri eğer birlikte kalıyorsan örgüte ait. Eğer içerde yazıyorsanız dışarı göndereceğiniz her yazılı metini örgütün mektup inceleme komitesine vermeniz gerekiyor. Bu komite yazınızı inceledikten sonra gidip-gitmeyeceğine karar veriyor. Buradan okey alan yazı ya da mektup idareye verilir bu kez idarede mektup okuma komisyonu tarafından incelenir eğer uygun görülürse dışarı gönderilir. Benim mektup ve yazılarım bazen örgütün MİK’ine (mektup inceleme komitesi) bazen de idarenin MOK’una (mektup okuma komisyonu) takılırdı. Dışardan gelen mektup ve yazılarda aynı yolu takip eder. İki okuma ve inceleme komisyonunun ardından sahibine ulaşır. Bu komisyonlara takılmadan gidip gelen yazılar yazılmasa da yazın dünyasından pek bir şey eksilmezdi. 1990 sonrası hapishane kuşağının yazın ve edebiyat alanında nitelikli ürünler verememesi bu anlatmaya çalıştığım nedenlerle ilgilidir. Çok aşırı denetim insanlardaki yazma şevkini kırdı. Bu sıkı denetim ve uygulamadan dolayı bir çok insan yazmadı. 10 yıl kaldığım hapishanelerde dışardan mektup arkadaşım olmadı. Bu sıkı denetleme komisyonlarına olan tepkiden dolayı yazmayı düşünmedim. Kaldı ki yazanlarda içlerinden geçeni yazamadılar. Bir kişinin yazdığı mektubu topluca okuyan gruplardan yazarların çıkması beklenmemeli. Aşkı yasaklayan gruplardan edebiyatçı çıkması mümkün değildir. Zaman zaman içerde birlikte kaldığım mahpusların yazdığı öyküleri okudum. Bu öykülerde Kadın ve Aşk yoktu. Kadın kahramanlar sadece öykünün  finalinde feda eylemlerinde vardı. Berfin yada Berivan’ın aşklarını anlatan hiçbir öyküye rastlamadım. Ama ölüme giderken feda eylemleri çok güzel anlatılıyordu. “Çok güzel” ölümlerden bahsediliyordu. Sol gruplarda edebiyatçıların ortaya çıkmayışı dıştan sansürle ilgili değildir. İçten kaynaklı dediğim otosansürdür. Edebiyata dair kuracağı her cümleden kaygı duyan bir insandan nitelikli edebiyat eserleri beklemek pek gerçekçi olmaz. İnanmayacaksınız ama ben dışarıda bu satırları yazarken bile kaygı taşımıyor değilim. Acaba eleştirdiğim çevreler ne düşünecek ne diyecekler gibi… Sonuçta yazmak istediğimi yazıyorum ama bin bir kaygı duyarak yazıyorum.

            Sonuç olarak bu konuda diyeceğim şu: hapiste yazanın maruz kaldığı sansür yani dışsal dediğim şey yazanları daha çok yazmaya iterken sansürün kendisi bile yazanın yazma nedeni olmaktadır. Kaygılardan kaynaklı içsel nedenler dediğim otosansür ise yazanı etkisiz bırakarak yeteneklerinin önünü almaktadır. Yazarın asıl yazmak istediği şeyleri yazdırtmamaktadır. İçinde bulunduğu grubun dışına itilmeyi göze alamamaktadır.

            Oysa her türlü yazınsal üretim bağımsız düşünmeyi gerektirir. Bağımsız olmayanlar özgün düşünce geliştiremeyeceği gibi özgün eserler de veremezler.                                                                                                                         


Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...