28 Kasım 2023 Salı

Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…


 

Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin girişinde beklediği için de yeni yaşamlara doğru yola çıkan insanların da selam verip ilk tanıştığı biri olur. Yine böyle beklediği bir gün, kendine yeni bir hayat kurmak isteyen yabancı biri Dervişin yanına yaklaşır, “Söylesene yaşlı adam, bu şehrin insanları nasıldır? İyi yürekli mi kötü yürekli mi?” 

Derviş soruya soruyla karşılık verir: “Senin geldiğin şehrin insanları nasıldı yabancı?”

Adam tereddüt etmeden cevap verir: “Çok çekilmez insanlar, bu yüzden oradan ayrıldım.” Derviş adamın gözlerine bakar ve, “İşte burada da öyleler.” der. Yabancı buruk halde söylenerek yeniden yola koyulur:” Ne talihsizim, nereye gitsem insanlar kötü yürekli.” diyerek yoluna devam eder.

Çok zaman geçmeden bu defa bir başka yabancı daha gelip Derviş’e aynı soruyu sorar. O da yine aynı soruyla karşılık verir: “Senin geldiğin şehrin insanları nasıldı?” Bu defa ki yabancı ise “Çok iyi yürekliydiler” diye cevap verir. Derviş de “İşte burada da öyleler.” diye cevap verir. Orda bütün bu konuşmalara kulak misafiri olan Deve tüccarı Derviş’in yanına gider ve ona “Sen ne yalancısın! Nasıl olur da adamın birine şehirdeki bütün insanların kötü yürekli olduğunu söyleyip hemen sonra bir başkasına hepsinin iyi yürekli olduğunu söylersin?” Derviş keyifli bir halde ona döner ve şöyle der. “Dostum bunun hiç önemi yok ki. Çünkü herkes dünyayı kendi bakışında taşır. Bir yerde mutsuz olan insan, başka her yerde de mutsuz olur; mutlu olan insan da her yerde mutlu olur. Bu konuda yapılması gereken şey şu sanırım, yeni arayışlara çıkarken kendinizi de yanınızda götürmeyin...


 

12 Ağustos 2023 Cumartesi

Canettı’nin Hapishanesi...


 

Elias Canetti bir yazın dünyası mucizesidir. 20.yüzyılın en özgün yazarlarından biri olduğunu düşünürüm. Nobel Edebiyat Ödülü almasına rağmen batıda hak ettiği yeri alamadı ya da hak ettiği yer verilmedi. Yazın alanında ‘Körleşme’ romanı ile tanınır ama benim favorim otuz yılda yazıp bitirdiği ‘Kitle ve İktidar’ adlı kitabıdır. Böylesi bir kitabı yazabilmek için bir insanın yüz gözü, yüz aklı, yüz dili olmalı. 

 

Ben de merak ettim Canetti’nin dilinin peşine düştüm. Canetti’nin dilindeki bu sır nedir? Bakın o dil ne badireler atlatmış? Canetti 4-5 yaşlarındayken (Kendisinin hatırladığı en eski anıymış.) komşuları olan bir adam her sabah kapının önünde Canetti ile karşılaşır. Onu yanına çağırır, ağzını aç, dilini çıkar der. Canetti çıkarır dilini. Adam cebinden sustalı bıçağını çıkarıp Canetti’nin dilinin üzerine koyar ve “Koparayım mı!” der. Bu sahne birçok sabah tekrarlanır. Canetti korku içinde her defasında dilini sustalı bıçağın keskin ucundan kurtarır. Bu olay henüz çocuk olan Canetti ‘de travmalara yol açar. Kimselerle paylaşamadığı bu travma 10 yaşına kadar sürer. Canetti o yıllarda sustalı bıçaktan kurtarılmış dilini ağzında saklar. Bu travma Canetti’nin geç konuşmasına neden olur. Meğer Canetti’nin dili, kör bir bıçağın ağzından kurtulmuş bir dilmiş. Pek haklı olarak yaşamını anlattığı üç ciltlik kitabının ilk cildinin adı: “Kurtarılmış Dil”dir.

 

 Tüm dünyada entelektüel alanda “Hapishane”  deyince akla hemen Foucault gelir. Türkiye'de de Foucault neredeyse hapishane konusuyla özdeşleşmiş bir isim. Hapishanenin Doğuşu, Büyük Kapatılma ve Seçme Yazıları’nın hemen hemen tümünde hapishane ve iktidarı anlatır. Bu alanda yapmış olduğu çalışmalar ile hak etmiş olduğu bir üne sahiptir.

 

Ama ben bu yazımda Foucault'un hapishanesini değil, Elias Cannetti'nin hapishanesini anlatmaya çalışacağım. En özgün eseri olarak bilinen “Kitle ve İktidar “* yazarı tarafından otuz yılda tamamlanmış bir eser. Bu kitapla hapishanede tanışmıştım.  Elime ilk aldığımda ilginç gelmişti. İktidar konusunda araştırma yapanların el kitabı sayılıyordu. Kitapta bir bölümün adı  “İktidarın İç Organları'” oldukça ilgimi çekmişti. Hatta biraz da ezberimi bozduğu içindir ki o bölümden not almayı çoğaltmıştım. Daha önce hapishanelere dair okuduklarımdan farklı bir şey söylüyordu Canetti. Hâlâ İktidar hakkında bu kadar sert yazılmış bir çözümlemeye rastlamadım desem abartmış olmam. Geçenlerde hapishanede tuttuğum notlarıma bakarken “Kitle ve İktidar” ın notları gözüme çarptı. Bu notlardan yola çıkarak Canetti’nin iktidar hapishanesini anlatmaya çalışayım.

 

İktidarın Amblemi: EL

 

Canetti ilgili bölümde “Ele geçirme ve içe alınmanın psikolojisi, tıpkı yeme psikolojisi gibi, genel olarak henüz keşfedilmemiştir.” der. Henüz tüm ayrıntılarıyla keşfedilemeyen ele geçirme, içe alma süreçlerini uzun uzadıya anlatmaya başlar. “İnsanlar arasında, tuttuğunu asla

bırakmayan el, iktidarın amblemi olmuştur.”“Onun eline bıraktı”, “Onun elindeydi”, “O, tanrının elinde” ya da “Ah onu bir elime geçirsem” gibi. Daha siyasi bir dille vurgularsak  “İktidarı ele geçirdi.”  gibi. Neticede Canetti iktidar olgusu üzerine düşünüp yazarken “El” ile çok ilgilenir. “El” i takip eder. Şimdi biraz da Canetti’nin elini takip edelim, bakalım bizi nereye götürecek?

 

“…elin işlevi o kadar çeşitlidir ki, bu işlevle bağlantılı çok sayıda deyişin bulunması şaşırtıcı değildir. Ancak elin gerçek ünü, o merkezi ve şöhretli iktidar eylemi olan ‘kavrama'dan gelir.”

Canetti El'den hareketle iktidarın iç organlarını bulur ve sıralar: “Avın fiili olarak içe alınması ağızda başlar. Yenebilecek her şey elden ağza uzanan yolu takip eder. Kavramak için kolları olmayan pek çok canlı arasında bu işlem ağzın kendisi, dişler ya da ağızdan bir çıkıntı oluşturan gaga aracılığıyla başlatılır.”

 

 Dişler iktidarın en çarpıcı doğal aracıdır. Sıra sıra dizilmiş olmaları ve parlak pürüzsüzlükleri vücuda ait olan başka her şeyden farklıdır. “İnsanda, onların düzenin ilk tezahürü olduklarını söyleme hissi uyandırır. Bu öyle bir düzendir ki dikkat çekmek için neredeyse avaz avaz bağırır. Bu düzen, her zaman görülebilir olmasa da, oldukça sık yapıldığı gibi ağzın açılışında dış dünyaya bir tehdit oluşturur.”

 

Sıkılmış Dişlerin Arasındaki Özgürlük

 

Canetti'ye göre: Dişlerin bariz nitelikleri olan pürüzsüzlük ve düzen, iktidarın doğasına nüfuz etmiştir. Ağzı hapishaneye benzeten Canetti: “Dişler ise ağzın silahlı gardiyanlarıdır. Ağız gerçekten de bütün hapishanelerin prototipi olarak dar bir yerdir. Oraya giren her şey kaybolur. Pek çok şey de hâlâ canlıyken girer oraya. Çok sayıda hayvan, avını yalnızca ağzına aldığında öldürür, bazıları o zaman bile öldürmez. Ağzın, bir avı beklerken açılmaya bu kadar istekli oluşu, kapanma, tek hamle ile kapanma kolaylığı, hapishanenin en korkulan özelliklerinden birini anımsatır. Ağzın hapishaneler üzerinde gizli bir etkisinin olduğunu varsaymak yanlış olmaz. İlkel insan, balinaların yanı sıra ağzına sığabileceği başka hayvanların da varlığını kesinlikle biliyordu. Bu korkunç mekânda, oraya yerleşecek zaman kalsa bile, hiçbir şey gelişemez. Kısırdır ve orada hiçbir şey kök salamaz. Ejderhaların ağzı fiilen yok edilince, insanoğlu onun yerini simgesel olarak alacak hapishaneler kurdu.” der.

İşkence odaları olarak kullanıldığı zamanlarda hapishaneler pek çok açıdan düşman bir ağzı andırır. Cehennem deyince göz önüne aynı görünüm gelir. Öte yandan hapishaneler giderek son derece titizleşti. “Dişlerin pürüzsüzlüğü dünyayı fethetti; hücrelerin duvarları pürüzsüz, hatta pencere deliği bile küçüktür. Mahkûm için özgürlük sıkılmış dişlerin arasındaki açıklıktır ve bunlar artık hücresinin duvarlarıyla temsil edilmektedir. Her şeyin geçmesi gereken dar boğaz, o noktaya kadar canlı kalanlar için nihai dehşet anlamı taşır. İnsanın düşlemi sürekli olarak içe almanın çeşitli aşamalarıyla meşru olmuştur. Onu tehdit eden büyük hayvanların açılan çeneleri, düşlerinde ve hatta mitlerinde insanın arkasını bırakmamıştır. Kimileri bütün ümitlerini bitirmişken bu canavarların ağzından alınıp çıkarılmış ve bu insanlar hayatlarının geri kalan kısmında canavarın diş izlerini taşımışlardır.”

 

İktidarı Hapishanede Suçüstü Yakalamak

 

Hani bazen suçüstü yakalanmak oluyor ya buna benzer bir son bekliyor Canetti'nin hapishanesini. Şu şekilde: “Av vücutta uzun bir yol izler ve yolda bütün özü emilir. Geriye artık ve pis koku kalana kadar yararlı her şey alınır. Her ele geçirme eyleminin sonunda bulunan bu işlem, bize genel olarak iktidarın doğasına ilişkin ipucu verir. İnsanları yönetmek isteyen herhangi biri, bu insanlar onun önünde hayvanlar kadar iktidardan yoksun kalana kadar onları önce aşağılamaya, haklarını ve direnme kapasitelerini onları kandırarak ellerinden almaya çalışır. Onları hayvan gibi kullanır ve onlara söylemese bile, onların kendisi için hayvanlar kadar az değer taşıdığını kendi içinde her zaman açıkça bilir; yakınlarıyla konuşurken, onlardan koyun ya da sığır diye bahseder. Nihai amacı onları kendi içine almak ve özlerini emmektir. Onlardan arta kalan onu ilgilendirmez. Onlara ne kadar kötü davranırsa, onları o kadar küçümser. Artık işe yaramaz hale geldiklerinde, tıpkı kendi dışkısından kurtulur gibi, yalnızca evinin havasını kirletmemelerini sağlayacak şekilde kurtulur. (…) Bütün bu aşamalardan geriye kalan dışkı, bütün kan dökücülüğümüzün özlerini taşır. Onun sayesinde neyi öldürdüğümüzü biliriz. Dışkı, aleyhimizdeki bütün delillerin sıkıştırılmış toplamıdır. O bizim günlük, kesintisiz günahımızdır; böyle olduğu için pis kokar ve göklere haykırır. Kendimizi ondan nasıl yalıttığımız çok çarpıcıdır; bu amaçla ayrılmış özel odalarda ondan kurtuluruz; en mahrem anımız oraya çekilince yaşanır. Orada dışkımızla başbaşa kalırız. Ondan utandığımız açıktır. Dışkı, sindirime ilişkin o iktidar sürecinin en eski damgasıdır; bu damga olmasaydı, karanlıkta meydana gelen bu süreç gizli kalırdı.”

Aslında Canetti bize iktidarı anlatırken onun en yoğun ve derin bir minyatürü olan hapishaneyi de anlatmış oldu.

                                                                                   


                                                   12 Ağustos 2023

 

*CANETTI Elias - Kitle ve İktidar - Çev: Gülşat Aygen - Ayrıntı Yayınları - İstanbul,1998.                                                            

 

10 Ağustos 2023 Perşembe

Kitaplarımdan Alıntılar ve Seçili Sözler…



Okurların kitaplarımdan alıntılayarak, internet ortamında paylaştıkları sözlerden bazılarını derledim. Ne diyelim ki, söz ola insana iyi gele…

 

Bir şeyi vaktinde bırakın, her şey vakti zamanında güzeldir. (Yüzleşerek Barışmak)

  

Her türlü iktidardan uzak durun, devlete ve örgütlere yaslanmış bir sırt kambur olur. (Yüzleşerek Barışmak) 

 

İnsan bir şeyleri istediğinde değil, istemediğinde özgür olur, daha özgür olmak için daha çok azalın. (Yüzleşerek Barışmak?

 

Azla yetinin fazlasının başkalarının olduğunu unutmayın, ne kadar az  o kadar çok huzur. (Yüzleşerek Barışmak)

 

Geçmişin işletildiği ülkelerde geçmiş hiç geçmeyecektir. Türkiye’de bazı sorunların 100 yıldır devam etmesi geçmişin işletilmesiyle ilgilidir. (Yüzleşerek Barışmak)

 

Korkunun diktatörlüğü içinizdedir, neyi eleştiremiyorsanız diktatörünüz de odur. (Yüzleşerek Barışmak)

 

Savaşın ve şiddetin her türünden uzak durun, savaştan uzak durduğunuz her yer barıştır. (dağbozumu) 

 

İnsan her günün sonunda dönüp içine bakmalı ve neyi gördüğünden emin olmalıdır.

 

Umudu fazla yukarılara çıkarmadığınız zaman düşseniz bile bir şey olmuyor. (dağbozumu)

 

Her ne yapacaksanız yaşayarak ve yaşatarak yapın, ölümlerden sonra özgürlük değil mezarlık gelir. (Son Diktatör)

 

Kendine kalbi olan bir yol seç. (Sığınamayanlar)

 

Kimse inandığı hikayesinden vaz geçmek istemiyor, yeni bir hikaye bulamama korkusu. (Sığınamayanlar)

 

Çoğu insan bir şeyleri kazanmak için yaşıyor, oysa insan kaybetmemek için yaşamalı; örneğin sevgiyi, sevdiklerini. Birincisinin peşine düşenler ikincisini kaybediyorlar.

 

Devlet ve örgütler için ölümsüz olan çocuklar, Anne Babaları için ölümlüdür. (Yoldaşını Öldürmek)

 

Başka hayatlara son vererek, yeni hayatlar kurma hayali yanlış bir hayaldir. (dağbozumu)

 

Tanıdığım bütün romantik devrimciler, bir zalimden kurtulayım derken, başka bir zalim iktidarın kurbanı oldular. (Yoldaşını Öldürmek)

 

Sevdiğiniz kahramanların hepsi ölü, yaşayanların neredeyse tamamı birer hain! (Sığınamayanlar)

 

Devlet mahallesinde mağdur olan devrimciler, kendi mahallelerine döndüklerinde zalim oldular. (Yüzleşerek Barışmak)

 

İçinde ölüm barındıran hiçbir dava mutlu sonla bitemez. (Son Diktatör)

 

Can pahasına kazanılacak her şey cansızdır. (Son Diktatör)

 

Geçmişiyle yüzleşmemiş bir vicdan vicdansızlık yapmaya devam edecektir. (Onlar Daha Çocuktu)

 

Her kayıp annesinin içinde üstü örtülmemiş bir mezar vardır. (Sığınamayanlar)

 

Kutsalları olanların kurbanı çok olur. (Yoldaşını Öldürmek)

 

Canı yanmayanlar, her zaman canı yananlardan daha radikal olurlar. (Onlar Daha Çocuktu))

 

İktidar geçmişte neye karşıysanız size aynısını yaptıran şeydir. 

 

Ne diyebilirim ki keşke herkes hayalini kurduğu rejimde yaşasa. (dağbozumu)

 

Zalimlik bu ülkede vardiya değişimi gibi bir şey, sırası gelen zalim oluyor. (Ernesto’nun Dağları)

 

İnsanlar kalabalık cehennemi, yalnız kalmış cennete tercih ediyorlar. 

 

Ölülerin yeri cennet olalı beri, yaşayanların cehennem! (Son Diktatör)

 

Sağlarını öldürüp ölülerini sevenler için, biz bu dünyayı cehennem kıldık! (Sığınamayanlar)

 

Her ne arıyorsanız yanı başınızda arayın, yakınınızda yoksa hiçbir yerde yoktur. (Yoldaşını Öldürmek)

 

Savaşta iyi şeyler olmaz, her savaş yoğunlaşmış kötülüktür. (Ernesto’nun Dağları)

 

İnsanları ülkesinden kaçıran devrimler değil, çağıran devrimler yapmak gerekiyor. (Ernesto’nun Dağları)

 

Savaşta insan neye karşıysa onu yapıyor, savaş insana yapmak istemediğini yaptıran şeydir. (Ernesto’nun Dağları)

 

Ne zaman ki bu dağları gerçek sahipleri hayvan dostlarımıza bırakırsak, dünya işte o zaman daha yaşanılır bir yer olacak. (Ernesto’nun Dağları)

 

Yazarlar savaşlara son veremezler, ama savaşı teşhir edebilirler. Yazarlar tarafından teşhir edilmemiş bir savaş son bulmaz! (Yüzleşerek Barışmak)

 

Başkalarının savaş romanlarını okurken, “Savaşların kazananı olmaz!” diyenler, kendi savaşlarını öve öve bitiremiyorlar.

 

İnsan insanlardan uzak kalınca Tolstoy okumayı seviyor, biraz insanların içine girince de Dostoyevski’nin kıymetini anlıyor. (dağbozumu)

 

Mahallesi tarafından sevilen bir yazar, hakikat konusunda yolsuzluk yapmış bir tüccar gibidir. (Yüzleşerek Barışmak)

 

İster cennet uğruna, ister devrim uğruna, ölümü isteyen çocuklar büyüyemezler. (Yoldaşını Öldürmek)

 

Şiddetin iki gözü de kördür, çünkü eninde sonunda vuranı da vurur! (Yoldaşını Öldürmek)

 

İktidar, geçmişte neye karşıysanız size aynısını yaptıran şeydir. (dağbozumu)

 

Bizi kendilerine bağlayan bütün nesneler acı vericidir. Acının kaynağı istektir, hiçbir şey istemezsek acı da duymayız. Acının yok edilmesi ancak her türlü istekten vazgeçmekle sağlanır. (Yoldaşını Öldürmek)

 

Almanlar Primo Levi'ye, Avrupalı komünistler Soljenitsin'e inanmadılar. Çünkü Nazi toplama kampları da, Gulag Takım Adaları da insan aklının alacağı bir şey değil. (Onlar Daha Çocuktu)

 

Bir mahpus acı çektiğinde gündem olabilir ancak. (Yoldaşını Öldürmek)

 

Bilene fakültedir mahpushane köşeleri. (Son Diktatör)

 

Hapishanenin bir de mezarın içeriden açılan kapısı yoktur. (Yoldaşını Öldürmek)

 

Hapishanede edebiyat, bir mahpusun ayakta kalmasına yarar. (Yoldaşını Öldürmek)

Bir mahpus hiçlendiği için içlenir. (İçimizdeki Hapishane)

 

Bir tutsak için bir kitap kendi çapında bir dünyadır. Bir bakış açısı, derin bir nefestir. Victor Hugo “Bir kitap, bir dünyadan daha geniştir çünkü maddeye düşünceyi de katar.” demiştir.” (İçimizdeki Hapishane)

 

Hapishanede bazen bir gün uzayıp bir yıl olur, bazen de bir yıl kısalır bir gün olur.

 

Hapishaneden çıkabilirsiniz ama dışarıdan çıkıp gidebileceğiniz bir yer yoktur. (Yoldaşını Öldürmek)

 

En iyi hapishane olmayan hapishanedir. 

 

Daha iyi hapishane yoktur, daha az kötü hapishane vardır.

 

 

 

 

 

 

28 Temmuz 2023 Cuma

Hapishanedeki Gül Bahçem…



 

Hapishanede koğuş penceresinin önünde, saksıda yetiştirdiğimiz geçen yıldan kalma çiçeklerimiz var. Kimisi kurumuş, kimisinin de halen yeşil yaprakları var. Duvar sarmaşığı bunlardan sayılır. Başka çiçeklerimiz de var; Arapsaçı, güneş çiçeği, petunya, kedi tırnağı, begonya gibi. 

Kedi Tırnağı ilginç geldi bana. Her tarafı soldu ama tırnakları dipdiri duruyor. En çok petunyalara üzüldüm. Yaz boyunca renk renk açan petunyalarım soğuklara dayanamadı.

Değme gitsin; içerideki sarmaşığın adı. Trakya’da öğrendim. Günde bir karış uzayan bir sarmaşık türü. İçerideki duvarı dolandı, baktım bir tur daha atacak pencereden dışarı saldım, duvarları tırmanıp çatı katına çıktı. Saksıya ilk diktiğimde adını bilmiyordum. Şehirdeki çiçekçiye haber gönderdim, bu günde bir karış uzayan çiçeğin adı nedir dedim, o da değme gitsin demişti, ben de karışmadım zaten, çatı katını aştı gitti ben içerde kaldım.

 

Begonya; Kendi halinde yavaş bir çiçek, ne edip yaptımsa saksısından öteye dal budak salmadı. Petunyaların aksi bir çiçek, Petunya hızlı büyür, çok açar, erken solarken, begonya yavaş büyür ama geç solar.

Hercai Menekşe; genelde sevilmeyen bir çiçektir. Hani hercai ya, dönek demekmiş. Tamamen önyargı. Ben seni sevdim hercai menekşe. En çok hayata sen tutkunsun. Senin her dönüşün güneşe doğruydu. Her dönüşünde güneşe büküldün.

Japon Gülü’m de var, diğer adı Özgürlük Çiçeği. Ama bir kusuru var; sabah erken açar, akşam dalından kırılarak düşer. Buna üzüldüm. Kendi dalından kırılan çiçek. Her sabah bir tane açar. Kıpkırmızı rengi var. Çok güzel bir kırmızı. Bu bir günlük gülün anlamlı bir öyküsü var. Derler ki, filizkıran fırtınası çok haşin, acımasız bir fırtınadır. Bu fırtınaya maruz kalan topraktaki tüm bitkiler dalından kırılır yerinde yeller esermiş. İşte bu fırtına sonrası toprakta ilk açan çiçek, bu özgürlük çiçeğiymiş. O, bir günde açılıp dalından kırılarak düşmesi insandaki özgürlük süresinin sembolü aslında. Özgürlük de tadımlık bir şey. Hem kim kaybetmiş ki biz bulalım.

 

Fotoğraf:  14 Ekim 1994 Kırklareli hapishanesi

 

 

9 Temmuz 2023 Pazar

Yoldaşları Civan’ı diri diri mezara nasıl gömdüler?






 

İlk duyduğumda ben de inanmamıştım. Meğer inanmak istemediğimiz ne kadar şey varsa hepsi gerçekmiş. 


Olay 1992 yazında Sivas - Zara'nın dağlık bölgesinde yaşanmıştır. Bir grup Dev-Solcu gerilla grubu devrim yapmak için köylerde örgütlenme yapmaya giderler. Gittikleri köylerde köylülerin tepkileriyle karşılaşırlar, köylüler derler ki, “Ruslar sosyalizmi yıkıyor, siz bize sosyalizmi kuracağız diyorsunuz. Madem kuracağınız sosyalizm iyidir, neden yıkıldı?”


Köylülerin bu tepkisine vereceği cevabı olmayan Dev-Solcu militanlar, moral bozukluğu içinde kamplarına geri dönerler. Birkaç defa bu türden tepkiyle karşılaşınca, bazıları niçin dağda olduklarını tartışmak ister. Örgüt sorumlusu bastırır bu tartışmaları. Sonrasında gruptan kaçışlar başlar. Bu kaçanlardan biri de Civan'dır. (Asıl adı Yavuz Cihan İmamoğlu'dur. Rizelidir.) Dağdan kaçıp İstanbul’a gelir, dağda olup biten olumsuzlukları o dönemin İstanbul örgüt sorumlusuna anlatır. Örgüt sorumlusu önce dinler, sonra da örgüt bildiğini uygular. Örgüte göre Civan olsa olsa bir ajan ve savaş kaçkınıdır. Cezası ölüm! Bunu kendisine söylemezler. Civanı ikna edip tekrar aynı dağa aynı kampa geri gönderirler. Gönderirken hakkında bir karar alırlar. Aldıkları kararı örgüt notu olarak Civan’a verirler. Civan örgüt sırrı dediği bu notu beraberinde taşıyıp, Tokat dağlarında örgüt sorumlusuna teslim eder. Örgüt sorumlusu notu açıp okur. O notta aynen şöyle yazılıdır. “Bu kaçkın işbirlikçiyi mahkeme edin, sonra uygun bir yere gömün!” Civan kendi ölüm kararını kendi taşımıştır.


Örgüt sorumlusu gece notu okur, sabahında da mahkemeyi kurarlar. Sayıları 20 civarında olan bu grup devrim mahkemesini kurar. Tetiği çekecek kişi öncesinden tespit edilir. Her şey önceden hazırlanmıştır. Dağın uygun bir yerinde mahkeme başlar. Mahkeme başlar ama, Civan ilginç bir şeye tanık olur. Yoldaşlarından üç kişi az ötede bir çukur kazmaktadırlar. Mahkemede söylenenleri dinledikçe o çukurun kendi mezarı olduğunu anlar ve konuşmama kararı alır. Konuşmaması devrim mahkemesine saygısızlık ve hakaret olarak kabul edilir. “Hain” olduğu bu tutumundan bile anlaşıldığını söylerler. Sonuç: hızlandırılmış biçimde idam kararı verilir. İçlerinde itiraz eden de çıkmaz. Bu karar üzerine Civan’a son sözleri sorulur, o da, “Yaşasın sosyalizm!” der. Örgüt sorumlusu itiraz eder, “Bir hain işbirlikçi sosyalizmi ağzına alamaz!” der ve tetikçiye erken davranmasını söyler. Az ötede Civan’a diz çöktürürler. Tetikçi elinde tabancasıyla arkasına geçer. Civan ikinci kez şaşırır. Tetiği çekecek kişiyle dün gece sırt sırta yan yana uyumuştur. Bir an göz göze gelirler, Civan, Osman’a adete, “Bari sen yapma!” dercesine bakar. Tetikçi Yoldaş Osman’ın yapacağı bir şey yoktur. Karar verilmiştir, devrimin adaleti birazdan yerine getirilecektir. Civan son bir defa daha aceleyle az ötede mezar kazanlara bakar. Öyle bir aşkla kazıyorlardır ki, gören yoldaşlarına bir mezar açmak için değil de, birazdan bir küp altın bulmak için kazdıklarını sanır.


Katil arkadan bir el ateş eder, Civan dizleri üzerinden kayarak yere yıkılır. İkinci el ateş etmesine müsaade etmeyen örgüt sorumlusu, “İkinci kurşun fazla…” der. Tabancayı Osman’ın elinden alırlar. Üç beş kişi hızlı biçimde Civan’ı yerden kaldırıp az ötede kazılmakta olan mezara doğru götürürler. Mezar da hazır hale gelmiştir bile. Aynı hızlılıkta Civan’ı üstü başıyla kazdıkları çukurun içine bırakırlar. Aynı hızlılıkta çukurun üstünü toprakla kapatırlar. 


Civan’ı çukura atanlardan biri daha sonra tetikçi Osman’a, “Civan’ı mezara koyduğumuzda henüz canı tam çıkmamıştı, vücudu sıcaktı!” der. 

Devrim mahkemesi devrimci adaleti yerine getirdiği için kamptaki devrimciler gururlanırlar. İçlerindeki bir “hain” i cezalandırarak devrimci bir hamle daha kazandıkları için, devrim lehine sadece dağların dinleyeceği biçimde sloganlar atmışlardır. 


Civan olayının bir ay sonrası dağdaki örgüt dağılır, kaçanlar olur, kalanlardan bazıları şehre gelir gelmez yakalanırlar. Bazıları poliste konuşur, Civan’ın durumunu anlatır. Polis ve Jandarma birlikte Civan’ın konulduğu çukura gelirler. Çukurun başına geldiklerinde Civan’ın bir kolunun dışarı sarktığını görürler. Polislerden biri Civan’ın gömlekli koluna dokunur. Kolundaki saate gözü takılır. Saat çalışıyordur, polis birden panik olur. “Bu yaşıyor!” der. Herkes şaşkın hızlıca çukurdan çıkarırlar Civan’ı ama ölü olarak. Dediklerine göre, Polis saatin çalıştığından hareketle Civan’ın da yaşıyor olabileceğini düşünmüş. Aynı polisin sinirden ve heyecandan sinir krizleri geçirdiği söyleniyor. 


Bu korkunç olay bundan 30 yıl önce Tokat’ta dağın birinde birebir gerçek olarak yaşanmış ve üstü herkes tarafından kapatılmıştır. Önce ailesi 30 yıldır Civan’ı anmamakta, sahiplenmemektedir. Sonra da insan hakları örgütleri bildikleri halde savunmamışlardır, gazeteciler bildikleri halde haberini yapmamışlardır. 

Bu hikaye “Sığınamayanlar” adlı romanımdan kısaltılarak alınmıştır.

 

12 Haziran 2023 Pazartesi

Batı’nın PKK/YPG deki “Çocuk savaşçılar” sessizliği






 

Son 40 yılda PKK yaşları küçük binlerce çocuğu savaşçı yaptı ve bu çocukların çoğu çatışmalarda ve iç infazlarda öldü. Buna mukabil Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri de PKK’deki “Çocuk savaşçılar” konusunda epey bir dönem suskun kaldılar, sanki böyle bir gerçeklik yokmuş gibi bir tutum içinde oldular. Misal ’90 lı yıllarda bu konuda yazılmış herhangi bir yazı kitap hatırlayanımız var mı? Bu konularda yazınsal çalışmalar yapan biri olarak hatırlamıyorum. 

 

Başta hükümetler olmak üzere, sivil toplum örgütleri de “Çocuk savaşçılar” üzerine gündemler oluşturmadılar ve böyle bir sorun yokmuş gibi yaptılar. Örneğin BM’ye (Birleşmiş Milletler) şikayetçi olmadılar ve bu konuda uluslararası kamuoyunda görünürlük sağlayamadılar. Normalde çocukları savaştırmak BM müfredatında "insanlık suçu" olarak geçer. Bunu ister bir devlet isterse herhangi bir örgüt yapmış olsun. Çocuk çocuktur ve savaşta kullanılmaları bir insanlık suçudur. 

 

Türkiye’de Hükümetler BM’ye şikayetçi olmadılar, çünkü davacı olmaları durumunda BM’nin PKK’yi savaşın bir tarafı olarak kabul etmesi gündeme gelebilir kaygısı vardı. Bu yüzden de Türkiye’de hükümet yetkilileri her defasında ‘PKK savaşı’ yerine, terörle mücadele demeyi tercih ettiler. Bir bu yönüyle bir de şöyle bir durum var. Eğer PKK çocuk savaşçı kullanıyorsa ki kullanıyor, çatışmalarda devletin bu çocukları öldüren konumda olma durumu var. Bu konuyu araştırırken şöyle bir şey fark ettim. Devlet 1980’li yıllarda sağ ya da ölü ele geçirdiği militanların adını, yaşını ve nereli olduğunu açıklıyordu. ‘90’lı yıllardan sonra ise sadece sayı vererek şu kadar terörist ölü ele geçirildi açıklamasında bulunuluyor. Eğer ölenlerin kimliği açıklansa bazılarının 18 yaşın altında olduğu açığa çıkacaktır. Buna benzer nedenlerden dolayı çatışmalarda ölenlerin kimliğini basına açıklamıyorlar.

 

PKK çatışmalarda öldürülen “çocuk savaşçı” larının adını açıklamasına rağmen içerde ve dışarda bir sessizlik var.

 

PKK daha yakın döneme kadar “Çocuk savaşçılar” kategorisi diye bir şeyi tanımıyordu. Birkaç yıl öncesine kadar da yılda bir defa yayınladıkları “Şehitler Albümü” kitaplarında çatışmalarda öldürülen çocukların adını (çocuk olduklarına dair hiçbir vurgu yapmadan) yetişkin savaşçılarla birlikte anıyorlardı. İlk o albümlerde fark etmiştim, çocuk gerillaların çatışmalarda öldürüldüğünü. Bunların arasında 14-16 yaşlarında olanlar da vardı. 2019’da “Onlar Daha Çocuktu” kitabımı yazarken araştırmıştım. O günlerde bana ilginç gelen şeylerden biri de, bir dönem dağda kalmış eski gerilla tanıkların anlatımlarıydı. Meğer bir çoğu dağda çocuk savaşçının ne olduğunu bilmiyormuş. Küçük yaştakilere “Gençler-Civanlar” olarak hitap edilirmiş. Yani dağda 13 yaşında da olsanız, 20 yaşında da olsanız genç olarak görülüyorsunuz. Dağ şartlarında yaş küçüklüğüne değil de, fiziki durumuna bakılıyor, eğer boyunuz posunuz yerindeyse 13 yaşında da olsanız sorun olarak görülmüyorsunuz ve çatışmalara katılabilirsiniz. Eski bir gerilladan dinlemiştim, “Çocuk silahı omzuna astığında, eğer namlunun ucu yere değmiyorsa o artık bir savaşçıydı ve çatışmalara katılabilirdi.” demişti. Dağlardaki kamplarda bu çocukların sayısının ne kadar olduğunu da sormuştum, bu konuda bir araştırma yapılmadığını ama bazı kamplarda (özellikle ’90 lı yıllarda) yarıya yakının çocuklardan oluştuğunu söylemişti. PKK 1984’ten beri (İlk çatışmaların başladığı tarih) her Kürt ailesinden bir çocuğu savaşçı yapma kararını uzun bir dönem etkili olduğu Kürt köylerinde hayata geçirdiğini, hem PKK’nin yazılı kaynaklarından okumuş, hem de o dönem dağda kalmış eski gerillalardan dinlemiştim. Yazılı kaynakların ve o dönemin tanıklarından edindiğim bilgilere göre, PKK son 40 yılda 20 bin civarında çocuğu saflarına katarak savaşçı yaptı. Bu çocukların büyük kısmı çatışmalarda öldürüldü, bir kısmı da hapis oldu. Bu çocuklardan bazılarıyla hapishane koğuşlarında birlikte kaldık. Bazılarının trajik hikayesini kitaplarımda konu ettim. Bazıları görmezlikten gelse de bu çocukların durumu bilinmeyen bir şey değil. Bu ülkede hatta Avrupa ülkelerinde bir çoğunun bildiği ama kimsenin konuşmak yazmak istemediği bir savaş gerçekliğidir. Üstü örtülerek kapanacak bir konu olmamalıdır. 

 

Bağımsız sivil örgütler ve hukukçular, neden BM ye ve uluslararası kurumlara başvurmuyorlar?

 

Araştırmalarıma göre bu konuda ciddi bir çalışma yapan sivil toplum örgütleri yok. Sol çevreden insan hakları örgütlerinin çoğu, mahallede ve yurtdışında PKK baskısı yüzünden dışlanacakları kaygısıyla pek çoğu bu konuyla ilgilenmiyor. PKK saflarında dağlarda öldürülen Kürt çocukları kimsenin pek umurunda değil. Bugün Türkiye’de onlarca insan hakları örgütü olmasına rağmen, çocuk hakları örgütleri olmasına rağmen bunlardan hiçbiri PKK deki “Çocuk savaşçılar” la ilgilenmiyor. Sadece yereldeki sivil örgütler değil, uluslararası sivil hak örgütleri de bu konuya dair pek duyarlı değiller. PKK yayınları son yıllarda çatışmalarda öldürülen yaşı küçük militanlarını, basın yayın organlarında adıyla haber yapıp anmasına rağmen bu durum, Batılı ülkelerde kimseyi rahatsız etmiyor. Hem Türkiye içinde hem de Suriye’de PKK/YPG saflarında savaştırılan bu çocuklar, Batılı çevreler de IŞİD’e karşı savaşan birer “Özgürlük savaşçısı” olarak bakılıyor ve Batı basınında değer görüyorlar. Son yıllarda özellikle kadın savaşçılar hakkında kitaplar yazılıp filmler çekiliyor. Batılı ülkeler bu konuda çok bariz bir ikiyüzlülük tutumu içindedirler. PKK/YPG ile Suriye’de iş tutukları için, yaşları küçük çocuklara ilgisiz kalıyorlar. Bu çocukların ölümlerinde bu ülkelerin de sorumlulukları olduğunu belirtmem gerekiyor. 

 

Batılı ülkelerin PKK/YPG’yi rahatsız etmeme tutumlarını, “Diyarbakır Anneleri” girişiminde de görüyoruz. Çocuklarını örgütten isteyen bu Annelerin eylemi son derece barışçıl olmasına rağmen, 4 yıldır ilgisiz kalan, adını anmayan ve haberini yapmaktan bile imtina eden bir Batı basını var. Bunlar Türkiye’deki sol muhalif basınla uyumlu görünüyorlar. Hem Batı’daki hem de Türkiye’deki muhalif sol basın Diyarbakır Annesinin dağdan sağ gelen çocuğunu değil, Kürt Annesinin dağda ölmüş/öldürülmüş çocuklarını daha çok seviyorlar. 

 

Batılı basın ve Türkiye’de sol muhalif basın “Diyarbakır Anneleri” gerçeğini görmek duymak istemese de, bu Annelerin eylemi bir çok ezberi yıktı. Özellikle insan hakları savunucularının ve sol duyarlı yazar sanatçılarının maskesini indirdi. Bu Annelerin girişimi sayesinde artık Kürt çocuklarını dağa çıkarmak, onlardan savaşçı yapmak kolay olmayacak! 

 

12 Mart 2023 Pazar

Beklediğiniz gelecek az önce geçip gitti…


Beklediğiniz gelecek az önce geçip gitti…

 

Neredeyse herkes geleceği bekliyor, eğer gelecek bir an evvel gelse sanki her şey daha güzel olacaktır. İnsandaki gelecek beklentisi, şimdiki an’ı yaşamaması için hazırlanmış bir tuzaktır. Bir yerden bir şeyin geleceği yok. Gelecek olan geldiğinde, insan beklediği yerde olmayabilir, ve çoğunlukla da olmaz zaten. İnsanlardaki gelecek beklentisi toplum mühendisleri tarafından uydurulmuş bir kuruntudur. Oysa insan her ne arıyorsa yakınında ve şimdi ki zamanda aramalı, yakınında ve şimdi yoksa hiçbir yerde yoktur. İnsan hiçbir şeyi ertelememelidir, ertelenmiş, yaşanmamış bir geçmişin telafisi yoktur. Her şey geçip gidiyor ve dünyanın kahrı bitmiyor.

 

Geçmişten günümüze solcu devrimcilerin ömrü geleceğin daha güzel olacağı hayaliyle geçti. Bu yüzden de özgürlüğü ve yaşanılacak bir dünyayı hep daha iyi bir gelecekte aradılar. Oysa Tolstoy, özgürlüğü şimdinin içinde arayın şimdinin içinde yoksa gelecekte de olmayacaktır diyordu. Şair Boris Pasternak ise, Rusya’da Ekim devrimi için “Yeryüzünün ilk aşkıyız” demişti. Ölümüne yakın ise, “Geleceği beklemekten ve sevmekten yoruldum artık.” cümlesini kurmuştu. Devrimden sonra 50 yıl geçmişti ve Pasternak halen daha gelecek beklentisi içindeydi. Artık nasıl bir gelecek beklentisi içindeydiyse bir türlü gelmiyordu.

Şair Yevtuşenko ise bir şiirinde, “Uzaktaki sonuçlara gönül vermiş insanlarız” diyordu.

Sadece Rusya’da değil, dünyanın bir çok yerinde geleceği bekleyen devrimciler, içinde bulundukları şimdiyi yaşayamadılar. Özel yaşamlarını inceleyelim, başta kendilerini, yakınlarını ve çocuklarını ihmal etmekle geçirilmiş bir yaşanmamışlık hikayesiyle karşılaşırız.

 

Şu üç günlük ömrümüzde azla yetinmeyi öğrenelim, fazlası başkalarınındır ve bu hayat denilen oyunun sonunda bize lazım olacak şey, iki metrelik bir çukurdur. Bu çukuru unutanların hepsi olmadık hayaller peşinde koşarak heder oldular. İnsanın bir hayali olmalı ama bu hayal başkalarının kabusuna yol açmamalıdır. Gelecek beklentisinin ömrünüzden çalmasına müsaade etmeyin. Gelecek dediğimiz şey geldiğinde biz orada olmayabiliriz… Tıpkı Tren istasyonunda saatini kaçırmış yolcu gibi… biri size seslenip, “Beklediğiniz Tren az önce geçip gitti buradan…” diyebilir. 

 

Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...